Özbekistan dönüşü gazetecilerin sorularını yanıtlayan TBMM Başkanı Yıldırım, Türkiye-ABD ilişkilerini değerlendirdi. Yıldırım, ABD’nin Türkiye’yi kazanması için atması gereken “3 adım” olduğunu söyledi: FETÖ, YPG ve Hakan Atilla… Son dönemdeki ekonomik gelişmeler için “Bir sıkıntı yaşadığımız sır değil” diyen Yıldırım MHP’nin af teklifiyla ilgili ise “Cumhurbaşkanımız kapıları bu sefer kapatmış gibi gözükmüyor” ifadelerini kullandı.
TBMM Başkanı Binali Yıldırım, Özbekistan dönüşü uçakta gazetecilerin sorularını yanıtladı.
NTV Genel Yayın Yönetmeni Nermin Yurteri heyetteki gazeteciler arasındaydı. İşte Yıldırım’ın gündeme ilişkin sorulara verdiği yanıtlar:
En önemli gündem maddelerinden bir tanesi, biliyorsunuz efendim Türk-Amerikan ilişkileri. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Toplantıları için Sayın Cumhurbaşkanı Amerika’daydı. BM Güvenlik Konseyi’ndeki toplantılara katıldı ve bir konuşma yaptı. Hem BM’nin işleyişine dair eleştirileri vardı hem de Türk-Amerikan ilişkileri bağlamında Trump yönetimine dair eleştirileri oldu Sayın Cumhurbaşkanı’nın. 12 Ekim’de biliyorsunuz rahiple ilgili duruşma var, bazı beklentiler var dile getirilen. Elbette yargı bağımsız ama Türk-Amerikan ilişkilerinin gidişatıyla ilgili görüşlerinizi merak ediyoruz doğrusu.
1985’ten bu yana “Birleşmiş Milletler’in Güvenlik Konseyi’nin yapısında değişiklik gerekir” diye herkes söylüyor. 35 yıla yaklaşmış, değişen bir şey yok. Bu ne oluyor? Birleşmiş Milletler’in küresel sorunlara çözüm üretmede ne kadar yetersiz kaldığını ortaya koyuyor, Teşkilatın güvenilirliği, yaptırım gücünün olmadığını ortaya koyuyor. Neden? Çünkü Birleşmiş Milletler dediğiniz kuruluş ülkelerin verdiği paralarla ayakta duran bir kuruluş. En büyük parayı kim veriyor? Daimi üyeler. Daimi üyeler de diyor ki, parayı veren düdüğü çalar. Bunun charter’ında (tüzük) zaten onlara bir hak verilmiş, öyle bir hak verilmiş ki, bunlar 5’inin birden rıza göstermediği hiçbir şeyin uygulanma şansı yok. BM’nin kurulduğu 1945 yılında Dünya farklıydı. İkinci Cihan Harbi bitmiş, bütün ülkelerde insanlar artık bütün varını yoğunu, kaynaklarını bir kısmı kaybetmiş, bir kısmı savaş galibi olarak büyük bir avantaj yakalamış, yıllar geçince gelişmiş ülkeler lehine, savaş kazanan ülkeler lehine mesafe çok açılmış.
Dolayısıyla soğuk savaş döneminde işte iki kutuplu dünya bir müddet birbirini dengelemiş, ama 90’lı yılların başında o denge de kaybolmuş vaziyette. Hal böyle olunca, bölgesel sorunlar azalmıyor, artıyor. Dünyada yaklaşık 70 milyon mülteci var. Yani 194 ülkenin demek ki 74 milyon nüfusu olan kaç ülke var? Yaklaşık 20. Son büyük ülke de mülteciler ülkesi haline gelmiş. Neden çözüm üretilemiyor? Bu 5 biraderlerin olaylara kısa vadeli ülke çıkarları ile baktıkları için. Halbuki uzun vadeli ve küresel barış, refah ve ülkeler arasındaki uçurumu gidermeye yönelik hiçbir programları yok.
Şimdi Cumhurbaşkanımız da orada aslında bu büyük ülkelere bunu söylemiyor, bu işin faturasını ödeyen ülkelere diyor ki, ey kardeşim, bakın bu yapı sürdürülebilir bir yapı değildir, bu Birleşmiş Milletler sorunlara çare üretemiyor, bunlar 5 ülkenin bir anlamda hedeflerini, eylem planlarını gerçekleştirmek için kullandıkları bir platforma dönüşmüş. Bazen doğrudan yapıyorlar, bazen de işte ayıp olmasın, iç kamuoyu, dış kamuoyu değil, iç kamuoyunun tepkisini sönümlemek için Birleşmiş Milletler mekanizmasını kullanıyor, böyle bir durum var.
İşte Filistin sorunu yıllardan beri, 48’ten beri çözülemiyor. Yani olan biten bir tarafa bırakılıyor, sanki Amerikan Başkanı çıkıyor diyor ki, “herkes İsrail’e düşmanlık ediyor” , “İsrail’in ne günahı var” demeye getiriyor. Sanki İsrail bölgede baskı altında, mağdur, mazlum, Filistinliler onların canını okuyor ve İsrail’i savunuyor, bütün dünyanın önünde savunabiliyor İsrail yönetimini. Yani bunu hangi mazlum, mağdur milletlerin halkına anlatacaksın? Mümkün değil. Dolayısıyla bu ayrımcılık, dışlama gittikçe küresel barışı, istikrarı sağlayacağına buradan uzaklaşmaya sebep oluyor, işin özü o. Cumhurbaşkanımız bu konulara muhatap, bunun bedelini ödeyen ülkelere ve oranın halklarına orada hitap etti.
Türk-Amerikan ilişkilerinde biz ne bekleyelim?
Amerika Birleşik Devletleri’ne de bütün dünyanın gözü önünde, “bu FETÖ işi kardeşim, hala burada niye umursamaz davranıyorsunuz? Bu adam Türkiye’de darbe yapmaya çalıştı, şu kadar insanın ölümüne sebep oldu.” dedik hala kılını kıpırdatmıyor Amerika. Ondan sonra da diyor ki, “ya Türkiye niye bize şaşı bakıyor?” Türkiye bakmıyor, Türk milleti bakıyor. Amerika eğer Türkiye’yi kazanmak istiyorsa, adım atması gereken 3 konu var.
Bir tanesi, Amerika yönetimi hakkında Türk kamuoyunun yüzde 85’i olumsuz düşünüyor. Bu darbenin arkasında, FETÖ’ye bir şey yapılmadığını düşündükçe, bunlar yapmadığına göre arkasında bir şey var, bir parmakları var. Bu algı yaygın mı Türkiye’de? Yaygın. Bir kere bunu düzeltmek için FETÖ ile ilgili en azından demeleri lazım ki, “biz işlem başlattık, soruşturma yapıyoruz, mahkeme edeceğiz veya şartlarını kısıtlıyoruz.” Adam krallar gibi, istediği gazeteyi çağırıyor, istediği televizyonu çağırıyor, adamları senatörlerle, Temsilciler Meclisiyle, herkesle haşır neşir, içli dışlı.
İki; Amerika’nın behemehal YPG, PYD, PKK unsurlarıyla DEAŞ da artık bittiğine göre ilişkiyi kesmesi lazım. Dostunu ve düşmanını artık açık bir şekilde ortaya koyması lazım. DEAŞ’la mücadele ederken biz dedik ki, “ya ne yapıyorsun, terör örgütüyle başka terör örgütü mücadelesi yapılır mı? Bundan vazgeç.” O zaman bize dediler ki, “bu bir mecburiyet, bu bir tercih değil, işimiz bitince bırakacağız.” Böyle bir şey var mı? Orada Fırat’ın doğusundan ta Sincar’a kadar adam akıllı işte tahkim oluyorlar, üsler kuruyorlar, oradaki terör gruplarını eğitiyorlar vesaire. Bu ikinci büyük problemimiz.
Üçüncü büyük problemimiz de, bu FETÖ işini, Halk Bankası işini, Hakan Atilla işini ve diğer sıradakileri… Bunlarla ilgili yeni bir sayfa açmak gerekiyor.
Yani şimdi Amerika, Hakan Atilla Davası’nı izledik, hokkabazlık. Kendi ülkesinde olunca hukuk işliyor, Amerika hukuk devleti. Türkiye’de olunca, Amerika, “Türkiye’de hukuk devleti yok, bizim adamlarımız tutsak” filan gibi laflar ediyor. Bunlar kabul edilebilir şeyler değil. Evrensel hukukun kuralları her ülke için geçerlidir. Güçlünün haklı olduğu değil, haklının güçlü olduğu bir dünya istiyorsak, burada her ülke ne kadar güçlü olursa olsun veya her ülke ne kadar zayıf olursa olsun, mesele hükümranlık haklarına, egemenlik haklarına geldiği zaman, karşısındaki ülkenin büyüklüğüne hiç dikkat etmez. Yani Amerika bizim bayrağımıza, bizim toprağımıza karşı husumet gösterirse, “ya bu adama bulaşmayalım, bunlarla uğraşmayalım” diyen bir Türk evladı görebilir misiniz? Göremezsiniz, çünkü biz bedel ödedik buralar için, çok büyük bedel ödedik. Yani Cumhurbaşkanı genel anlamda müzmin hale gelmiş sorunlar için bir kez daha dünyanın dikkatini çekti.
Siz olumlu musunuz efendim? Yani Amerikan yönetimi, Trump yönetimi bu söylediğiniz hassasiyetler noktasında…
En büyük hassasiyetlerimizden olan, Fırat’ın doğusundaki 700 kilometrelik hududumuz boyunca bir terör yapılanması var, buna karşı tedbir almamız gerekiyor. Amerika eğer bizim NATO ortağımızsa, unutmamalı ki o sınır NATO’nun sınırıdır.
Sadece burada yapacağı iş birliği Türkiye’nin hayrına değil, aynı zamanda NATO’nun da güvenliği için gerekli.
Efendim, ekonomideki gelişmelerle ilgili de bir değerlendirme almak isteriz.
Bir sıkıntı yaşadığımız sır değil, bir sıkıntı yaşıyoruz. Geçmişte de yaşadık, üstesinden geldik. Bu sefer de üstesinden gelecek potansiyelimiz var, kabiliyetimiz var. Küresel şartlar önceki krizlere göre biraz daha olumsuz. Ama biz küresel imkânlar yok diye elimizi-kolumuzu bağlayacak bir ülke değiliz. Çünkü bizim hem insan kaynağımız, küresel anlamda düşünen, üreten insan kaynağımız var, hem özel sektör gibi çok büyük bir tecrübemiz var. Türkiye’de üretimi, ekonomiyi ayakta tutan devlet değil artık özel sektör. Niye? 1’e 9; devlet 1 yatırım yapıyorsa, özel sektör bugün 10 yatırım yapıyor. Bu krizin de kamu sektörü krizi olmadığını bilmemiz lazım. Bu kriz reel sektörümüzü etkileyen bir krizdir. Yani özel-reel sektör fark etmez, bu Türkiye’nin meselesidir ve üstesinden de Türkiye’nin gelecek imkânları vardır. Nasıl var? Türkiye’nin varlıklarıyla yükümlülüklerini karşılaştırdığımız zaman, varlıkları yükümlülüklerinden çok fazla. Ancak bir vade uyuşmazlığı var. Kısa vadeli yükümlülükler fazla, uzun vadeli kaynaklar fazla, bunları dengelemek gerekiyor.
Bunu da kamu maliyesiyle, yani Hükümet, daha doğrusu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemimiz gerekli tedbirleri alarak bu işi düze çıkartacak, yani bir problem görmüyorum.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin af teklifi, düşünceniz nedir?
Doğrusu benim Meclis Başkanı olarak yapacağım; Meclis’e gelen bu af teklifini diğer kanun teklifleri gibi ilgili komisyonlara göndermek. Ondan sonrası partilerin kararıdır. İşte müzakere olacak, uzlaşılacak yahut uzlaşılmayacak, bir şekilde iş bir noktaya gelecek. Yani detaylarına girdikçe belki bazı düzeltmelerle yeni bir şekil verilip yol alınabilir. Bunlar tamamen varsayımlar.
“CUMHURBAŞKANIMIZ KAPILARI KAPATMIŞ GÖZÜKMÜYOR”
Afla ilgili Sayın Cumhurbaşkanımız kapıları bu sefer kapatmış gibi gözükmüyor. Biliyorsunuz geçmişte yapılan aflarda kapsam çok genişlemiş. Çok genişleyince kamu vicdanı rahatsız olmuş, beklenen fayda sağlanamamış. Burada belki bu detaylara çok daha dikkat etmekte yarar var. İşte organize suçlar, şunlar-bunlar, yani onların sınırı nereden çizilecek, onlara bakmak gerekiyor.
Yeni dönemde yasamanın önemini yitireceğini söylüyorlardı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi öncesinde.
Şimdi 16 Nisan referandumu, akabinde yapılan 24 Haziran seçimleri Türkiye’de 95 yıllık yönetim sistemini, yönetim anlayışını değiştirdi. 95 yıllık oturmuş bir değişimi 95 günde hazmedip gerçek mecrasına getirmek kolay değil. Yeni sistem uygulamalarla öğrenilip tekâmül edecek bir sistem.
Zaman zaman hata da yapılacak, hatalardan doğrusu öğrenilecek ve devam edilecek. Çünkü daha önce biz zaten bu sistemin kampanyasını yaparken de en çok zorlandığımız şey sistemi anlatırken oldu. Niye? Hayırcılar, elde bir sistem var, elle tutuluyor, her şeyi biliniyor, işte nasıl yapılıyor, nasıl ediliyor, yani ellerini-parmaklarını bala daldırıp ağzına alıyor, “bal tatlı” diyor. Biz kavanozun dışından elimizle sıvazlıyoruz, “ya bu bal güzel, bunu alın” diyoruz; böyle bir zorlukla kampanya yaptık. Ama muvaffak olduk, vatandaş itimat etti, kabul etti.
Şimdi ne oldu 24 Haziran’da hatırlatayım. Bir; iki tane millet iradesi oluştu. Birinci irade; icra. Diyor ki; ben artık ülkeyi kim yönetecek, bu kararı Meclis’e bırakmıyorum önceki sistemdeki gibi, kendim karar veriyorum. Verdi mi? Seçti Cumhurbaşkanını. Bu tarafta da diyor ki; yasamayı da ben belirleyeceğim. Yasamayı da seçti. Ne oldu? İki tane erk var. Bu iki erkin alanları da tanımlanmış. Nedir? Birisi; yürütme. Yani memleketin günlük işlerini yapacak, yıllık işlerini yapacak, ekonomisi, eğitimi, sağlığı, ulaşımı, vatandaşın A’dan Z’ye neye ihtiyacı varsa hepsini görecek. Biri de Meclis, Meclis ne yapacak? Meclis de, eğer Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle icraatında zorlandığı işler varsa bunlar için kanun yapacak ve kanunlar teklif şeklinde yapılacak. Eskiden ne oluyordu? Aslında Parlamento Hükümet’in vesayetinde çalışan bir organdı; Hükümet bir şey gönderiyorsa çıkıyor, çıkmasın dediği bir şey varsa çıkmıyordu. Bu sistemin gereği böyleydi, kimin iktidarda olduğunun önemi yok. Şimdi bunun değişmesi umut ediliyor, bekleniyor, değişmesi gerekir. Milletvekili yürütmeden bağımsız olarak teklifler verecekler. Ama bu teklifler de tabii işlerin yürümesi değil de işlerin çıkmaza sokmasına hizmet ediyorsa, orada da bir yanlış var demektir. O teklifler bütün partiler arasında müzakere edilecek, değerlendirilecek, ya yol verilecek ya da verilmeyecek. Yani aslında Parlamento’nun bu anlamda bir gücü, kendi gücünü artırmış oluyor yasamayla birlikte. Denetim faaliyetleri de yapıyor.
Şimdi Meclis’e düşen bir başka görev ne var? Parlamenter diplomasi. Yani hükümetler her şeyi tek başına yapamaz. İşte ne yapıyor Amerika, bize uyguladığı kısıtlamalar için Kongre’yi kullanıyor. Kongre üzerinden geliyor, “ben ne yapayım, karar aldılar ben de uygulayacağım” gibi bir savunma içine giriyor. Bu benzer şekilde biz parlamenter diplomasiyi, hatta parlamenter demokrasiyi de güçlendirecek adımlar atabiliriz. Denetimleri yaparız, toplumun, ülkenin herkese mal olmuş sorunları var, bu sorunların üzerine gidilir, bunlarla ilgili adımlar atılır, kararlar verilir. Uluslararası anlaşmalar imzalanır, onaylanır. Yani Parlamento’nun aslında yapacağı çok iş var.
Siz yeni dönem için Meclis Başkanı olarak muhalefet partilerine ve İktidar Partisi’ne nasıl mesaj vermek istersiniz?
Muhalefet-iktidar Partisi tanımı kalktı artık aslında Anayasa’da, ama zihinlerde duruyor. Yani onun hemen yarın kalkacağını kimse düşünmesin. Ben ilk açılışta nasıl bir Meclis yöneteceğimi söyledim; “Daha çok müzakere, daha az münakaşa”. Münakaşasız Meclis çok yavan olur, yani dünyanın hiçbir ülkesinde bana münakaşa olmayan bir meclis gösteremezsiniz. Türkiye’de gerçek anlamda demokrasi işliyor; Meclis’te de işliyor, sokakta da işliyor, her yerde işliyor. Dolayısıyla münakaşaları müzakereye çevirmek için elimden geleni yapacağım arkadaşlarımla beraber; amacım bu. Ama münakaşaların daha öteye taşınmaması lazım, işte kavgaya, hakarete … Bunların da olmaması için elimden gelen gayreti göstereceğim. Ben Meclis’e bu konuda güveniyorum, bir mesafe alacağımızı düşünüyorum.
NTV
Son yorumlar